Translate

26 Nisan 2014 Cumartesi

Doğunun Başkenti

     Japonya’daki son durağımız yeryüzünün en büyük şehirlerinden biri olan Tokyo. Şehir merkezinin nüfusu yaklaşık 14 milyon. Ancak çevresini de hesaba kattığımızda bu nüfus 35 milyona ulaşıyormuş. Bu kadar insanın bir arada yaşadığı bir kentte bizim ilk aklımıza gelenler trafik karmaşası, insan kalabalıkları ve devasa binalar. Gerçekte ise durum biraz daha farklı. Bunda en büyük etken ise son derece gelişmiş bir metro ağının şehrin her yönüne ulaşmayı çok kolaylaştırması. Ulaşım sorunsuz olunca bu kadar büyük bir şehir kaotik olmadan da yönetilebilir hale gelebiliyor anlaşılan. Yalnız metronun bu kadar gelişmiş olmasının yarattığı bazı karışıklıklar da yok değil. Mesela bizim en çok zorlandığımız şey bir merkezde hangi istasyonu tercih edeceğimiz oldu. Bunun nedeni ise aynı istasyona ulaşan ve farklı özel firmalar ya da devlet tarafından işletilen hatlar olması. Haliyle bu hatlarda farklı bilet tarifeleri geçerli oluyor. İlk başlarda anlaşılması zor olan bu sistemi biraz deneye yanıla biraz da sorarak ve araştırarak bir süre sonra akıllıca kullanmaya başlayabiliyorsunuz. Tokyo’da kaldığımız süre içerisinde bizim kullandığımız hatlar normal bir kalabalıktaydı. O iş saatlerinde yolcuları vagonlara tıkıştıran görevlilere rastlamadık. Bazı trenlerde kadın yolculara ayrılmış özel vagonlar gördük.
 
 
     İyi bir ulaşım altyapısı olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yapmak için önemli bir koşul.  2020 Olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yarışında İstanbul’u geride bırakan Tokyo’daki ulaşım ağını gördükten sonra İstanbul'un bu konuda daha alması gereken epey bir yol olduğunu söyleyebiliriz
 
     Tokyo şehri Sumida nehrinin etrafına kurulmuş. Nehir’de yapılacak bir tekne gezintisi bize hem şehir hakkında fikir verir hem de keyifli zaman geçiririz diye düşünerek şehri gezmeye böyle başladık. Nehrin etrafı yürüyüş yollarına ayrılmış. Nehir boyunca sıralı binalarda dikkatimiz çeken şey ise binaların belli bir yükseklikle sınırlandırılmış olması. Büyük nüfusa rağmen Japonlar deprem riskinden ötürü binaları belli bir yükseklikte sınırlandırmışlar.


Chuo Ohashi Köprüsü nehrin simgelerinden biri. Tokyo Tower şehrin hemen her yerinden görünüyor


     Tokyo Japonya’nın tüm dünyada iz bırakan bazı moda akımlarının da ilk çıkış noktası. Bunların en ilginçlerinden biri Japon okul kızı modası olarak isimlendirebileceğimiz kogyaru yada kogal modası. Kısa okul etekleri, boyalı saçları ve kendine özgü çoraplarıyla bu  modanın takipçileri hemen dikkat çekiyor. Öğrendiğimiz kadarıyla 90’larda çok moda olan bu akım artık düşüşteymiş ve yerine başka akımlara bırakıyormuş. Kogal modasının doğum yeri ise Tokyo’nun Harajuku semti. Semt Tokyo gençliğinin ve modasının en popüler noktalarından. Akşam saatlerinde de kalabalık ve canlı. Dolayısıyla pek çok restoran özellikle de güzel sushi restoranları bulmak mümkün. 



     Tüm dünyayı saran bir diğer Japon kültürü ise Manga. Japon karikatürleri olarak tanımlanabilecek mangalar hemen her konuda olabiliyor. Hatta uğradığımız Manga dükkanlarında pornografik mangalara dahi rastladık. Tokyo’da ise Mangalar kitaplardan binalara taşmış. Dış cepheleri manga figürleriyle kaplanmış birçok bina görmek mümkün.

     Elbette Tokyo’ya kadar gelip de atari salonlarına gitmemek olmazdı. Bu amaçla girdiğimiz Don Quijote (Japonların deyimiyle Donki) ise beklediğimizden çok daha fazlasını verdi bize. Bu karman çorman mağazada her katta farklı bir şeyler bulabiliyorsunuz. Son katını ise bir "game center" olarak düzenlemişler.

Kısa bir süre şansımızı denedikten sonra bu oyunların pek de bize göre olmadığını anlayıp işin ehli Japonları izlemenin daha iyi olacağına karar verdik J Japonya’da onlarca mağazası olan Don Quijote’lardan biz Akihabara’daki mağazaya gittik. Bir indirim zinciri olan Donkilerde birbirinden alakasız envayi çeşit ürün var..


     Kyoto’da yeterince tapınak görüp zaman geçirdiğimizi düşündüğümüz için Tokyo’da özel olarak bir tapınağa gitmeyi düşünmemiştik. Ancak hostelimizin hemen yanında olan Asukusa Shrine zaten yolumuz üzerinde olduğundan onu da pas geçmedik.

Asakusa Shrine biz ne zaman önünden geçtiysek kalabalıktı. Geleneklere uygun olarak su törenimizi yaptık ve dileğimizi tuttuk

     Tokyo’daki bir sonraki durağımız bu devasa şehre bir de tepeden bakmak için Shinjuku’daki Tokyo Metropolitan gökdeleni oldu. (Tokyo Metropolitan Government Offices – TMGO) Gökdelenin en üst katındaki kafeteryada ücretsiz olarak kentin dört bir yanına bakabiliyorsunuz. Bu yükseklikten dikkatimizi çeken gökdelenlerin arasına bir vaha gibi serpiştirilmiş olan büyük parklar hatta belki de bunlara koru yada mini ormanlar demek daha doğru olur.


    Gökdelenden indikten sonraki hedefimiz de bu parkların en güzellerinden biri olduğunu öğrendiğimiz Meiji Jingu oldu. İmparator Meiji ve ailesine adanarak yaklaşık 90 yıl önce oluşturulan Meiji Shrine ve Meiji Ormanı için Japonya’nın her yerinden ağaçlar getirilmiş yaklaşık 110.000 kişinin gönüllü çalışmasıyla bugünkü haline gelmiş. Çok büyük ve olabildiğince doğal tasarlanmış olduğu için kendinizi bir süre sonra kocaman bir ormanda yürüyüş yaparken buluyorsunuz.

Karşılaştığımız merasim töreni bizi dünyanın en büyük ve modern kentinden alıp bir anda zamanda çok gerilere götürdü.

     Tokyo’nun popüler turistik noktalarından bir diğeri de Tsukiji balık pazarı. Dünyanın en büyük balık ve toptan gıda pazarı olan Tsukiji’de yüzelerce balıkçı var. Hergün Japon denizlerinden avlanan balıklar  özellikle de dev ton balıkları gece 3 gibi pazara gelmeye başlıyormuş. Bu binlerce kilo balığın tasnifinin yapılmasından sonra alım-satım işlemleri saat sabah 5 gibi başlıyormuş. Sabah 8’e doğru da işlemler sona erip balıklar yeni pazarlara doğru yola çıkıyormuş. Eskiden turistlere de açık olan bu işler 2011 depreminden sonra ziyaretçilere kapatılmış. Dolayısıyla bu işleri izleme fırsatımız olmadı. Ancak yine de pazara gelip bu atmosferi hissetmek de hoş bir deneyim oldu.


Pazarın çevresinde baharatçılar, kafeler ve başka esnaflar da var. Meraklısı isterse kiloyla wasabi alabilir :)

     Tokyo’dan ayrılmadan önce Japonların dünyaya bir başka armağanı olan Sumo güreşlerine de zaman ayırmak istiyorduk. Ne yazık ki yılın sadece belli dönemlerinde yapılan Sumo güreşlerini izleme şansımız olmayacağını Tokyo'ya gelmeden önce biliyorduk. Bununla beraber bir Sumo salonuna gitmek iyi bir fikir olabilir diye düşündük ve yola koyulduk. İyi de etmişiz çünkü hem gerçek bir Sumo salonu görmüş olduk hem de bir mini bir Sumo müzesiyle karşılaştık.


Bu minyon insanlar arasından nasıl böyle bir spor ortaya çıktığı ayrı bir muamma. Ama sonuç olarak bir sumo güreşçisinin karşısına çıkmak istemeyeceğimiz muhakkak. Tarihi yüzyıllar öncesine dayanan Sumo güreşinde çokça geleneksel öğe var. Güreşçilere rikishi, güreş alanına dohyo deniliyor. Güreşçiler mertebelerine göre değerlendirliyor ve en yüksek derece yokozuna’ymış. 

     Tokyo’daki son durağımız ise Yushukan müzesi oldu. Bu müze Japonya için savaşlarda hayatını kaybedenlere adanmış bir askeri müze. Yushukan Shrine’in içinde bulunuyor. Müze son zamanlarda taraflı olduğu gerekçesiyle eleştiriliyormuş. Doğrusu biz konunun uzmanı olmadığımız için bir şey fark etmedik. Bizim için ilginç olan meşhur kamizkaze uçaklarının bir örneğini görmek oldu.

     Unutmadan;

  • Tokyo son derece güvenli bir şehir. Biz en ufak bir güvenlik problemi yaşamadık. Elbette yine dikkatli olmakta fayda var ama güvenlik rahatlığı geziyi daha da güzel kılıyor.
  • Pahalı bir şehir olmakla beraber iyi bir araştırma yaparsanız hem uygun fiyatlı aktiviteler yapabiliyorsunuz hem de lezzetli yemekler yiyebiliyorsunuz. Üstelik bu sayede daha az turistik yerleri de keşfetmiş oluyorsunuz. Ağzının tadını bilenler olarak Tokyo'da da unagiden vazgeçmedik!
  • Taksi ücretlerinin oldukça pahalı olduğunu duyduğumuzdan ötürü biz hiç taksi kullanmadık. Zaten süper metro sistemi de taksi kullanmaya pek gerek bırakmıyor.
  • Tokyo'daki hostelimizde Osaka ve Kyoto'dakiler gibi temiz ve sakindi ve hiç problemle karşılaşmadık. Espirili görselleri hoşumuza gitti ve klozet rehberi pek bir işimize yaradı :)
 
     Böylece turumuzun Japonya kısmını da bitirmiş oluyoruz. Japonya'yı özellikle de Kyoto'yu çok beğendik. Japonların ne kadar saygılı oldukları hep konuşula gelmiştir. Biz buna aynı zamanda oldukça yardımsever olduklarını da ekleyebiliriz. Dil bilmeseler bile yardım istediğiniz zaman ellerinden geleni yaptılar. Japonya'ya bir gün tekrar geri gelmek üzere şimdi uzun bir yolculukla son durağımız Hindistan'a gidiyoruz!!!
 
 






24 Nisan 2014 Perşembe

Ölmek İçin Güzel Bir Gün

Osaka’dan Kyoto’ya kısa bir tren yolculuğu ile geçtik. Tren istasyonları sadece demiryoluyla seyahat için değil tüm ulaşım araçları için bir istasyon konumunda. Böylece otobüsten metroya ya da trenlere aktarma yaparken hiç zaman kaybı olmuyor. İstasyonlar aynı zamanda birer alış veriş merkezi olduğundan kalkış saatini beklerken zaman geçirmek de sorun olmuyor.
            Bu sempatik isimli Japon şehri seyahatimizin en çok merak ettiğimiz duraklarından. Merak etmekte haklıyız çünkü şimdiye dek tapınakları, bambu ormanları ve zen bahçeleri hakkında çok şey duyduk. Beklentimiz yükseldi. Hostelimize ulaşınca heyecanımız daha da arttı. Son derece temiz ve düzenli ve bir o kadar da yardımsever çalışanlarla karşılaştık. Odamıza yerleşip eşyalarımızı bıraktıktan sonraki ilk işimiz Saga Torokko istasyonuna doğru yola çıkmak oldu. Bu istasyon Kyoto’nun en meşhur yerlerine yürüme mesafesinde. Buraya vardıktan sonrası ise artık hangi yöne gitmek istediğinize bağlı. Ama kesin olan bir şey varsa o da ne istikamete giderseniz gidin asla pişman olmayacaksınız.
            İstasyondan çıkan meraklı turistlere yaşlı Japonlar ve küçük Japon evleri eşlik ediyor. Ama esas dikkati çeken sıradan evlerin ve sokakların bile birbirinden güzel bir dekora ve peyzaja sahip oluşu. Daha henüz özel bir yere bile varmadan karşımıza çıkan renk renk ağaçlar, uzaktan gördüğümüz yemyeşil tepeler ve tertemiz hava insanın içini doğal bir mutluluk ve hafiflik ile dolduruyor. Japonların neden bu denli uzun ömürlü olduklarına şaşmamak gerek doğrusu.

Zevkle ve özenle dekore edilmiş evler ve bahçeler arasında yürüyüş yapmak tapınakları ve zen bahçelerini ziyaret etmek kadar güzel


            İçerisine girdiğimiz ilk Zen tapınağı UNESCO Dünya Mirası sitelerinden biri olan Tenryu-ji Tapınağı oldu. Tarihi 13.yy’a kadar giden bu tapınak birçok dönemde hasar görmüş ve onarılmış. Bununla beraber bahçesi bir takım düzenlemelerden geçmiş olmakla beraber 14.yy’daki ambiyansını halen koruyormuş. Zen bahçelerinin kendine has en güzel özelliklerinden biri taş ve bitkilerin birbirleriyle uyum içinde kullanılması. Kyoto’ya gelmeden önce bu konu hakkında biraz okumuştuk ama gelip de yerinde görmek çok başka bir deneyim. Taşların grup olarak kullanılması ya da tek tek uygulamalarının hepsinin ayrı bir anlamı var. Bunlar şelaleleri, köprüleri ya da adaları betimlemek için kullanılıyor. Suyun, bitkilerin ve taşların uyumundan ortaya çıkan bu sade güzellik tapınağın içi için de geçerli. İçerisi de son derece sade dekore edilmiş ahşap bir yapı. Doğal olmayan hiçbir unsura yer verilmemiş. Bahçeyle taş patikaları ayıran yollardaki çitler bile bambulardan ve halatlardan yapılmış.

Göl kıyısında bitivermiş kırmızı bir çiçek, suyun dalgalanması, rüzgarın esintisi veyahut kuş sesleri. Sanki her şey tam olması gerektiği yerde tam olması gerektiği gibi 



            Tapınaktan çıkıp yolumuza devam ederken yürüyüşümüzde bize yol boyunca sürpriz bir şekilde karşımıza çıkan akan sular ve renk renk ağaçlar eşlik ediyor. Başımızı ne yöne çevirsek ayrı bir güzellik görüyor gibiyiz. Kyoto gerçekten çok cömert. Misafirlerinden güzelliklerini esirgemiyor. Bir süre sonra biz de artık bu uyumun bir parçası olduğumuzu hissediyoruz. İçimizi de bir korku dolduruyor ister istemez. Ya bu güzellikler korunamazsa? Çok önemli bir hazineyi korumak istercesine bir refleksle her anı, her kareyi ölümsüzleştirmek istiyoruz.


Yürüyüşlerde geleneksel Japon kıyafeti olan kimono giyimli Japonlarla da karşılaşmak mümkün


            Yolumuz bizi başka tapınaklara başka yollara sürüklüyor. Zaten artık ilk belirlediğimiz rotamızda değiliz. Tapınakların ya da yol isimlerinin bir önemi yok. Kyoto bizi büyüledi ve istediği yere götürüyor.
            Bir süre sonra boyları göğe yükselen upuzun ama aynı zamanda incecik ağaçların gölgesi altında buluyoruz kendimizi.Bambu ormanındayız. Ağaçlar rüzgarın esmesiyle öne arkaya salınıyorlar. Yaprakların sesi rüzgarın esintisiyle uyum içinde.



            Bölgede birçok yürüyüş yolu var. Bu parkurlar çeşitli isimlerle anılıyorlar. Bunlardan bir tanesi de Filozofun Yolu. Bizim bir kısmını takip ettiğimiz rotayı Japonya’nın etkili filozoflarından ve Kyoto Üniversitesi profesörlerinden Nishida Kitaro günlük meditasyonu için kullanıyormuş.

            Bambu ormanından sonra bu kez karşımıza Ohkouchi Sansou Bahçesi çıkıyor. Burası aslında bir tapınak değil. Japon film yıldızı Ohkouchi Denjirou’nun ikametgahı. Kendisi ve çalışanları yaklaşık 30 yıllık bir sürede bu bahçeleri meydana getirmişler. Bahçenin güzelliğinin yanında biraz yüksek konumda yer almasından ötürü çok da hoş bir manzarası var. Evin içinde diğer tapınaklarda da gördüğümüz bir çeşit yazı odası var. Belki de bu denli dinginlik ve uyum içinde insanın duygularını kâğıda dökmek isteyeceği düşünülerek yapılmış. Bu odada gördüğümüz bir şiir ise içinde bulunduğumuz ortama o denli uygun ki…

"Bugün ölmek için çok güzel bir gün. Yaşayan her şey benimle uyum içinde"


            Ertesi gün yolumuza bu ortama en uygun düşecek ulaşım aracı olan bisikletle devam etmeye karar veriyoruz. İlk durağımız Nison-in Tapınağı. Burası tarihin boyunca Budizm, Konfüçyusçuluk, Zen ve Şinto inanışları için bir mabet olmuş. Tapınakta aynı zamanda tarihi mezarlıklar da bulunuyor.


            Bundan sonra sırada ÖNCE Gio-ji sonra da Seiryo-ji tapınakları var. Tapınaklarda evrendeki birlikteliği anlatan Budha heykelleri ve tapınaklarda hizmet etmiş kişilerle adanmış pagodalar var.


            Bisikletli rotamızda karşımıza çıkan manzaralar olağanüstü. Göller, yeşil tepeler ve kadim tapınaklar arasında yolumuza devam ediyoruz.




            Şimdi sırada resmi adıyla Rokuonji ama bilinen adıyla Golden Pavillion yani Altın Köşk Tapınağı var. İsmini âdeta gerçek değil de bir resimmiş gibi kendini gösteren ve altın yapraklarıyla kaplı olan köşkten alıyor. Bu klasik dönem eseri Kyoto ve Japonya’nın en çok ziyaretçi çeken yapılarından. 1950’de bir rahip tarafından yakılan köşk 1955’te yeniden aslına uygun bir şekilde yapılmış.


Uzun süre pedalları çevirerek ulaştığımız tapınağı görünce yorgunluğumuza değdiğini hissettik. Tapınak uzaktan ışıl ışıl parlıyor


Japonların "rakısı" sakenin içerisine altın yaprakları serpilmiş çeşitleri tapınağın çevresinde satılıyor
           
           
İçerisinde resim çekemesek de Sanjūsangen-dō tapınağı ziyaret ettiğimiz tapınakların en şaşırtıcı olanlarından bir tanesi oldu. Geniş bir bahçesi olan tapınak binasının içiyse insan boyu ebatlarında 1000 tane silahlı Kannon heykeli ile dolu. Kannon ise Budizm’de bir Tanrı. Bu heykellerin bir kısmı tapınağın ilk yapıldığı 12. yy’dan kalma iken diğerleri ise bir yangında zarar gördükleri için 13.yy’da yeniden yapılmış. Heykellerin yapımında Japon selvi ağaçları ve altın yapraklarından kullanılmış. Sıra sıra dizilmiş yüzlerce heykelin önündeyse 28 adet koruyucu heykel var. Koruyucu heykellerin en dikkat çekenleri ise Şimşek ve Rüzgâr Tanrıları olan Fujin ve Raijin.


Japon kültürü Çin’den ve Hindistan’dan etkilenmiş. Çok eski ve bir o kadar da değişik. Tarih boyunca değişmiş, dönüşmüş.

Böylece birçok tapınağı ziyaret edip zen bahçelerinde gezdiğimiz Higashiyama’dan ayrılıp bizim için oldukça ilginç olan bir başka yapıya Fushimi Inari Shrine doğru yola koyuluyoruz.

Fushimi Inari Taisha bir Şinto tapınağı. Bu tapınaklara Shrine adı veriliyor. Fushimi Inari Taisha, Inari Tepesi üzerine kurulmuş. Yaklaşık 2 saatte bu tepenin zirvesine çıkılabiliyor. Burayı bizim için özgün kılan ise tüm yapı boyunca sıralanmış turuncu renkli sayısız Torii kapısının olması. Bu kapılar sembolik olarak mukaddes bir yola geçişi simgeliyor. Bu turuncu kapılardan oluşan patikaların gerçeküstü bir görünümü var. Shirine’lerin girişlerinde yer alan kitsune isimindeki tilki heykelleri dikkatimizi çekiyor. Japon folkloründe tilkilerlerin habercilik gibi bir görevleri varmış ve ağızlarında tuttukları anahtarlar ise pirinç ambarlarının anahtarlarını simgeliyormuş.

Birbiri ardına sıralanan turuncu kapılar gerçeküstü bir görüntü oluşturuyor. Japon mitolojisi hakkında bir şeyler öğrendikçe insan hayalgücünün derinliğine bir kez daha hayran oluyoruz


Güzergâhımızdaki tarihsel öneme sahip son durağımız ise Eikando Zenrin-ji tapınağı. Burası Seizan Budizmi’nin merkeziymiş. Tapınak çevresindeki doğal güzellik artık alıştığımız üzere muhteşem. Burasının özellikle sonbaharda Momijigari denilen yaprak dökümü döneminde daha da güzel olduğunu öğreniyoruz. Kyoto’ya bir de sonbaharda gelmek için harika bir bahane!


Bu kadar tarihi yapıyı gezdikten sonra akşam Kyoto merkezine döndüğümüzde Kyoto kültürünü anlatan bir gösteri olduğunu görünce hiç tereddütsüz biletlerimizi aldık.Japon yeşil çayının sunumunu anlatan çay seremonisiyle başlayan gösteriyi geleneksel tiyatro, dans gösterisi ve klasik kukla tiyatrosu (Bunraku) takip etti. 


Sanatçının maskeli yüzü, sakin ve ağır hareketleri klasik Japon müziği eşliğinde izleyicileri oturdukları koltuklardan sanki bir kaç yüzyıl öncesine götürüverdi. 



Az katlı binaları ve sıra sıra dükkanlarıyla Kyoto merkezi akşam saatlerinde gezmek için ideal. Origami dükkanları ve kursları ise dikkatimizden kaçmadı


Unutmadan;

  • Kyoto doğası, tapınakları ve Zen bahçeleriyle eşsiz bir şehir. İlkbaharda gezdiğimiz Kyoto’yu bir kez de sonbaharda görmek gerektiğini düşünüyoruz
  • Peyzaj ve doğal malzemelere meraklı kişiler için Kyoto tam bir cennet. Zen bahçelerini hem ziyaret edebilir hem de bu konuda bilgi alabilir, kaynak kitaplar satın alabilirsiniz.
  • Kyoto özellikle sessiz sakin dinlendirici bir tatil için ideal.
  • Malum Japon nüfusu oldukça yaşlı. İleri yaştakiler için pek çok şey düşünülmüş. Marketlerde dahi fiyatları kolaylıkla okuyabilsinler diye standart gözlükler var. Bu bakımdan yaşlıların dahi gezerken sorun yaşamayacağı bir şehir.