Translate

19 Nisan 2014 Cumartesi

Japon’un Japon’dan Başka Dostu Yoktur


Seyahatimizin en çok merak ettiğimiz duraklarından birinde, Japonya’dayız. Bizim Japonya’ya giriş şehrimiz ise Osaka oldu. Aslında Kore üzerinden Japonya’ya deniz yoluyla da geçilebiliyor. Bunun için öncelikle Seul’den Busan’a gitmek oradan da haftanın belirli günlerinde sefer yapan bir gemiyle Japonya’ya geçmek mümkün. Biz ise –bu seferlik- Busan’a gitmediğimiz için doğrudan Seul’den Osaka’ya uçtuk.
Osaka Japonya’nın üçüncü büyük şehri. Aynı zamanda Kyoto veya Kobe’ye gidecekler için de merkezi bir bağlantı noktası gibi düşünülebilir. Bizim içinse Osaka’nın, Japonya’ya ve Japon kültürüne adım attığımız şehir olduğu için hafızamızda özel bir yeri olacak.




Asya’da geçirdiğimiz günler boyunca aslında Türkiye’deki olumlu algısının aksine Japonların ve Japonya’nın çevre ülkelerde pek de sevilmediğini anladık. Bizlerin son derece saygılı ve düzenli insanlar olarak düşündüğü Japonlar’ın neden komşularınca pek de sevilmediği başlangıçta şaşırtıcı gelebilir. Oysa 19.yy’ın sonları ve 20.yy’daki Japon yayılmacılığı ve bu dönemde yaşananlar neredeyse tüm Uzak Doğu’da hatta Avustralya’da dahi bir Japon korkusuna yol açmış. Yıllar süren savaşlar İkinci Dünya Savaşı’yla beraber tüm bölge için felaketle sonuçlanmış. O zamandan bugüne dek elbette Japonya ve komşu ülkeler arasındaki ilişkiler olumlu yönde gelişme gösterse de halen karşılıklı olarak mesafeli duruşu hissedebiliyorsunuz. Savaşan sonra işgal edilen Japonya’da, elbette kültür de bu durumdan etkilenmiş. Geleneklerin hayli önemli olduğu ülkede bugün artık karmaşık bir kültür var.

Japonya'nın en popüler sporu baseball. Osaka'nın takımı Hanshin Tigers ile ilgili haberler gazetelerde geniş yer kaplıyor

Osaka sokaklarındaki ilk gezintimizde dikkatimizi çeken sessiz sakin yollar oldu. Bir süre sonra bunun sebebinin sokakların tenhalığından çok otomobillerin çok daha az gürültülü olmasından kaynaklandığını fark ettik. Bunun nedeni ise çok sayıda hybrid ve elektrikli araçların olması. Kendi kendimize fark ettiğimiz bu gözlemimizi akşam otelimize döndüğümüzde konuştuğumuz İspanyol ve Şilili oda arkadaşlarımızdan da duyunca bundan emin olduk. Ayrıca şehirde yaşlısı genci bir çok kişi bisiklet kullanıyor. Yaşlısı derken de gerçekten yaşlı olduklarını da vurgulayalım. Yollar buna göre düzenlenmiş ve hem yayalara hem de bisikletlilere yollarda öncelik tanınıyor.

Şehirde ulaşım son derece gelişmiş. Dotonbori'nin dışında yollar sakin ve huzurlu. Merkezde ise canlı ve genç bir kalabalık var


Japonlarla ilgili hemen dikkat çeken bir başka gözlemimiz de son derece temiz oldukları. Bunu her yerde fark edebiliyorsunuz. Sokaklar, oteller, bina içleri hatta taksiler… İçleri tertemiz. Ama esas olarak tuvaletlerden bahsetmek lazım. Tuvaletlere ve özellikle de klozetlere ayrı bir önem veriliyor. Bir sürü tuşlu ve “çok fonksiyonlu” klozetleri görünce başta tebessüm etmemek olanaksız. 3-5 tuşlu standart klozetlerden ısıtma sistemli, 17 tuşlu ve hatta masajlı modellere varana dek çeşit çeşit klozet görmek mümkün. Kısacası Japonların poposu kıymetli J Bunları görünce ister istemez kendimize yakıştırdığımız temiz olma sıfatını ve halka açık “umumi” tuvaletlerin durumunu akla getirmeden edemedik.


Tek başına bir klozet resmi koymaya terbiyemiz müsade etmedi :) Neyse ki youtube'da bu konuda çokça videoya rastlamak mümkün. Bu da onlardan bir tanesi

Osaka’nın merkezi Dotonbori bölgesi. Birçok yeri araç trafiğine kapalı ve sadece yayalara ayrılmış. Üstleri kapalı upuzun pasajlar iç içe geçiyor. Bu pasajlarda her çeşit ürün ve mağaza var. Dolayısıyla her daim kalabalık ve cıvıl cıvıl.Sanıyoruz ki bu insan trafiğini kendilerine çekebilmek adına binalardan sarkan dev ve tuhaf görseller var. Kocaman yengeçler ya da balıklar veya dragonlar bunlardan bazıları.


Kuidaore Taro trampet çalan bir çeşit robot ve kentin simgelerinden biri. Her an karşınıza çıkan tuhaf görseller şehre ayrı bir hava veriyor
Dotonbori hava karardıktan sonra da canlılığını yitirmiyor. Alış veriş kalabalığı yerini yavaş yavaş akşam yemeği için gelenlere ve gece eğlencesine bırakıyor

Osaka pasajları kadar yemekleriyle de meşhur. Hatta “kuidaore” diye bir kavram var ve Osaka’nın bu işin merkezi olduğu söyleniyor. Kuidaore basitçe varığını yoğunu harcayıp kaybedene dek yemek” anlamında kullanılıyor. Bu abartılı tanımın elbette gerçeklikle bir ilgisi var. Osaka’da çokça Michelin yıldızlı restoran var ve hepsinin de birbirinden lezzetli olduğundan şüphemiz yok. Eğer buralara gidp kendinize güzel bir ziyafet çekerseniz sizin de kuidaore olmanız kaçınılmaz. Ama neyse ki bu lezzetleri varını yoğunu kaybetmeden de tadabilirsiniz. Bunun için neredeyse sınırsız seçeneğiniz var. Dotonbori ve çevresinde sayısız restoran var ve biz hiçbirinde hayal kırıklığı yaşamadık. Restoranların girişlerine üzeri yazılı kısa perdeler asmışlar. Bu perdelerin aralıklarından içeriyi kısmen görebiliyorsunuz ve bu hem merakınızı arttırıyor hem de restoranlara ayrı bir hava veriyor. Perdelerin arasından restorana girdiğinizde ise sizi gören garsonlar ve ustalar yüksek sesle sizi selamlayıp karşılıyorlar. Bu sıcak karşılama hem hoşunuza gidiyor hem de bu bilmediğiniz yiyecekler diyarında rahatlamanıza sebep oluyor. Kimi restoranlarda ayakkabılar çıkartılıyor.


Sıkı bir disiplinle çalışan ustaların elinden çıkan yemekler de haliyle oldukça lezzetli oluyor. Restoranların kendine has tarzları yemeklerin lezzetini sanki daha da arttırıyor




Bu yemek cenneti şehirde elbette bir çok meşhur tat var. Sushiler son derece lezzetli ve ustaları izlemek bile çok zevkli. Yanında yeşil çayı hiç unutmuyorlar. Bir çeşit tatlı su yılan balığı olan Unagi de hem bir ana yemek olarak hem de sushi çeşitlemelerinde kullanılıyor ve gerçekten lezzetli. Ama şehrin en popüler yiyeceği bir çeşit ahtapot köftesi denilebilecek Takoyaki. Şehirde bunu yapan pek çok yer var. Hepsinin de önünde kuyruk oluyor. Tadı elbette ki özellikle sosundan dolayı bizlere biraz yabancı ama kötü değil.

Takoyaki ustaları adeta makine gibi çalışıyor. Meraklı kalabalık dükkanların önünden hiç eksik olmuyor


Yemek zevki tatlılara da yansımış. Tatlılarda alışıldık tatlar dışında yeşil çay ya da fasülye dahi kullanılıyor. Sonuçta ortaya bir sürü yeşil pasta ve tatlı çıkıyor. Tatları hiç de fena değildi. Ancak biz yine de en çok bir çeşit Osaka usulü cheesecake yapan Pablo’yu beğendik.


Bu kadar yiyecek odaklı bir şehirde pek de şaşırtıcı olmayacak şekilde mutfak endüstrisi de hayli gelişmiş. Doguyasuji bölgesi her çeşit mutfak araç gerecinin bulunabileceği bir yer. Bizim için enteresan olan çok beğendiğimiz plastik yemeklerin imalatını yapan dükkanlara da rastlamamız oldu.



Bunun yanında bıçak dükkanları da ilgi çekici. Ünlü Japon çeliğinin nadide örneklerini görebileceğiniz bu mağazalarda Santoku bıçaklarından Samuray kılıçlarına varana dek çeşitli bıçaklar satılıyor. Bu arada savaştan sonra uzun yıllar boyunca Japonya’da kesici alet taşımanın yasaklandığını ve hemen hemen tüm geleneksel kılıçların toplanıp ABD’ye götürüldüğünü de belirtelim.

Osaka’da uğradığımız ilginç mekanlardan bir diğeriyse Bar Core oldu.Bu yaklaşık 4 kişilik mikrobar özellikle viski severlerin tercih ettiği küçücük bir köşebaşı dükkanı. Biz okuduğumuz tavsiyeler üzerine gittik ancak bizce daha çok müdavimlerine hitap eden bir havası var.
Bar Core'da tavsiye üzerine Japon viskisi Hibiki'yi tatma şansı bulduk
Unutmadan;
  • Osaka bizce Japonya için güzel bir başlangıç noktası. Ulaşımın kolaylığını düşününce uzak bir şehre bile birkaç saatlik bir yolculukla ulaşabiliyorsunuz.
  • Japonya’nın nüfusu hayli yaşlı olmasına rağmen ve hatta evcil hayvan sayısı ülkedeki çocuk sayısını çoktan aşmışken Dotonbori’nin kalabalığında bunu fark etmiyorsunuz
  • Sigara reklamlarının serbest olması ve bir çok mekanda halen sigara içiliyor olması ise bizim için olumsuz bir nokta
  • Gece hayatı olarak da "hostes bar"lar ilgi çekici. Anladığımız kadarıyla ağırlıklı olarak maaşlı çalışan erkek müşterilere hitap eden bu barlarda kadın hostesler erkeklerle içki içip sohbet ediyor ancak çıplaklık ya da daha fazlası söz konusu değil. Hatta bu bir çeşit modern geyşalık olarak tarif ediliyor.Bu barların olduğu çevrede takım elbiseli görevliler müşterilere içeri girene dek eşlik ediyor.


16 Nisan 2014 Çarşamba

Enerji Patlaması

     Dinamik, cool ve modern. Seul'u anlat bana derseniz söze böyle başlarız herhalde. Samsung, LG, Hyundai, Kia gibi dev markalarıyla son yılların ekonomi alanındaki gözde ülkesi Güney Kore'nin başkenti tek kelimeyle "yaşayan bir şehir". Gelişim sadece ekonomik kalkınmayla sınırlı kalmamış. Güney Kore bugün sinema, moda ve tasarımda Asya'ya yön veren bir ülke konumunda. Bu havayı Seul'de hissetmemek mümkün değil zaten. 
Kore filmlerini izleyenler bilir, filmler oldukça şaşırtıcıdır. Gördük ki insanları da öyleymiş. Hem eğlenceliler hem de farklı ve yaratıcı

     Şehri keşfetmeye Seul'un ruhuna çok uygun düşen bir yerden başladık: Trick Eye Museum. Adı üzerinde Göz Yanılgısı Müzesi sıradan bir müze değil. Burada derinlikli çizilen resimler sayesinde kendinizi resmin içinde buluveriyorsunuz. Klasik resimler kadar aynı zamanda bazı meşhur sahneleri de resmetmişler. Müzenin kendisi kadar Güney Koreliler'in poz verirkenki heyecanları da görülmeye değerdi doğrusu. 
İster Örümcek Adam filminden bir sahnede, isterseniz de klasik bir resmin içindesiniz. Trick Eye Museum basit ama iz bırakan bir müze
     Seul'de sokaklar oldukça canlı. İstatistiklere göre ülkede genç nüfus oranı az olsa da üniversite gençleri şehre ayrı bir enerji veriyor. Sokak yemekleri hem değişik hem lezzetli hem de uygun fiyatlı. Böyle olunca sokaklarda kalabalık eksik olmuyor. Üstelik güneş battıktan saatler sonra bile bu canlılık kaybolmuyor. 
İlginç görünümüyle "Magic Potato" lezzetli bir atıştırmalık. Gangnam ise şehrin en zengin bölgesi. Çılgın gibi dans edenler göreceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz :) Bunun yerine kravatlı ciddi tipler plazaları doldurmuş

     Bizim dikkatimizi çeken bir başka nokta da insanların giyimlerine gösterdikleri özen oldu. Belki de beklenmeyecek şekilde erkeklerin dikkat çeken bir tarzı var. Kıyafetler aksesuarlarla tamamlanıyor. Özellikle de şapkalar vazgeçilmez. Sırf şapka satan pek çok mağazaya rastladık. İşin güzel tarafı Seul'de çok renkli bir sokak modasının olması. Yani bir zevkiniz varsa böyle tarz giyinmek için hiç de pahalı, büyük markalara muhtaç değilsiniz. Sıra sıra küçük dükkanlarda Kore tasarımı kıyafet ve aksesuarları hiç de pahalı olmayan fiyatlara almak mümkün. 
"Made in Korea" artık tüm dünyada bir statü simgesi. Şapka modasına fazla duyarsız kalamadık ve bir çift de biz aldık

     Bu tasarım ve dizayn odaklılığın şehirdeki en somut noktası ise Dongdaemun Design Plaza. Zaha Hadid tarafından tasarlanan binanın zaten kendisi de çok farklı ve dikkat çekici. İçerisi ise bembeyaz koridorlarla birbirine bağlanan farklı tasarım atölyelerinden oluşuyor.
Bilim, İnsan, Moda ve Zafer. Sanırız Güney Kore'nin başarısı bundan daha iyi özetlenemez

      Baharın en güzel günlerinde gezdiğimiz Seul'ün parklarında da çokça vakit geçirdik. Namsan Park şehre yukarıdan bakan bir konumda. Bizce teleferikle çıkıp yürüyerek inmek en iyisi çünkü çıkış yokuşlardan ötürü biraz zorlu. İniş ise yeni çiçeklenen ağaçların çeşit çeşit rengiyle çok hoş. Eminiz sonbaharda da bu denli güzel oluyordur. 

     Bir diğer park ise geleneksel bir Hanok köyü. Hanok geleneksel Kore evlerine verilen isim. Bu köy-parkta eski bir Kore köyü canlandırılmak istenmiş. Böylelikle park kentin tarihini merak edenler ve geleneksel Kore yaşamını görmek isteyenlerin uğrak yeri olmuş. Bu parkın ilginç özelliklerinden biri de 2394'te açılmak üzere parkın ortasına bugünkü Seul'u ve Seul yaşamını anlatan 600 kadar eşyanın gömülmüş olması. Zaman kapsülü adı verilen bu proje 1994'te kentin kuruluşunun 600. yılı adına yapılmış. 

     1950'lerde çok fakir ve savaşlardan bitap düşmüş olan Kore'nin bugünkü görünümü tam bir başarı hikayesi. Kore büyük güçlerden çok çekmiş. Japon işgali, İkinci Dünya Savaşı ve Kore Savaşı'ndan sonra ülke ikiye bölünmüş. Güney Kore hızla Batı etkisine girerken Kuzey Kore içe kapalı bir sistem benimsemiş. Güney, 1970'lerden itibaren büyük bir atılım yaparken Kuzey'in bugünkü hali malum. Amerikan ve Batı etkisi kültürü de dönüştürmüş. Bugün Güney Kore'nin %20'si Hristiyan ve %50'ye yakını din dışı kategorisinde gösteriliyor. En popüler sporlarlar futbolla beraber beyzbol ve insanlar batılı bir yüze sahip olabilmek için estetik ameliyatlar oluyorlar. Bu kadar uzun bir aradan sonra ve böyle farklılıklara rağmen dileriz bu iki düşman kardeş Almanya örneğindeki gibi başarıyla bütünleşir ve bugün Seul metrosunda olası Kuzey Kore kimyasal saldırısına karşı tutulan gaz maskelerine gerek kalmaz. 
Kalabalık sokaklar ve kısıtlı alanlara Seul'un çözümlerinden biri asansörlü katlı otoparklar olmuş. Göz kapağı ameliyatlarıyla batılı bir yüze benzeme isteği ise sanırız bir obsesyona dönüşmüş. Öncesi ve sonrası fotoğrafları ve reklamlar her yerde.

     Ama sanırız ki bu hızlı değişime karşın Güney Kore mutfağı geleneksel lezzetlerini koruyabilmiş. Denediğimiz yemekleri çok beğendiğimizi söyleyemesek de kötü de değildi. Özellikle Itaewon bölgesi restoranlar konusunda çokça seçenek sunuyor. Yemekleri yemenin ise kendine has bir zorluğu var. Kore'deki yemek çubukları diğer Asya ülkelerinin aksine metal ve düz. Bu da tutmayı ve tuttuğunuz lokmayı ağzınıza götürebilmeyi iyice zorlaştırıyor :) 
Bibimbap pirinç üstüne çeşitli sebzeler konulup üstlerine de yumurta kırılarak hazırlanan bir yemek. Kimchi; zenzefil,sarımsak ve çeşitli biberlerden oluşan bir sos içinde bir tür lahana salatası gibi düşünülebilir.  Bindaeddeok ise bezelyeli ve soğanlı bir çeşit pancake. Bunlar pek iştah açıcı gelmediyse Kore barbeküsünü tavsiye ederiz. Pratik barbekü restoranlarında kendi etinizi kendiniz pişirebiliyorsunuz



Unutmadan; 

  • Seul bizce kıyafet alışverişleri için akılda tutulması gereken bir şehir. Boş bir valizle gelip doldurup gitmek için çok sebep var. 
  • Tasarım ve moda anlamında ufkunu açmak isteyenler ve yeni fikirler arayanlar için Seul yakın takibe alınacak bir şehir 
  • Elektronik alışverişi için de şehirde büyük merkezler var ancak biz hem çok meraklı olmadığımızdan hem de aradığımız birşey olmadığından fazla zaman geçirmedik

14 Nisan 2014 Pazartesi

Sarı Şehir

     Dünyanın en kalabalık ülkesinin başkentine doğru yola çıkarken elbette nelerle karşılaşabileceğimizi düşünüyoruz. Üstelik Pekin, hava kirliliği ve ağır cezalar gibi başka bazı konularda da kötü şöhrete sahip bir şehir "Acaba bir insan seliyle mi karşılaşacağız? Metro ne kadar kalabalık olacak? Umarız güvenlikle ilgili bir sorun yaşamayız" gibi düşünceler aklımızdan geçiyor.
Pekin'de bisikletler ulaşımda halen önemli ancak son dönemde motorsiklet kullanımı hayli artmış

     2008 Olimpiyatları anlaşılan şehre çok şey katmış. Bu kazanımlardan biri de gelişmiş bir metro ağı. Havalimanından şehre ulaşım bu sayede gayet kolay. Yalnız bizi şaşırtan ise vagon kapıları açıldığında hem ineceklerin hem de bineceklerin aynı anda harekete geçip birbirlerini ite kaka, çarpa çarpa inip binmeleri oldu. Hatta kocaman valizi olan bir kadın seri hareketlerle kendini vagona öyle bir attı ki hem giriş hem de çıkış yolunu bir anda kapatıverdi. Elbette bu bizim alışık olmadığımız bir durum değil. Ama 3 aydır gördüğümüz bir tablo da değildi. Demek ki Pekin'de de metrobüs kuralları geçerliymiş diye düşündük ve üstün uyum içgüdülerimiz hemen devreye girdi :)
     Böyle bir başlangıçla şehir merkezine ulaştık ve her zamanki gibi hostelimizi aramaya başladık. Kısa bir süre sonra da gps haritamızda yıldızla işaretlediğimiz bölgeye geldik. Ancak bir terslik vardı. Bir türlü hostelimizi bulamıyorduk. Etrafta gördüğümüz bir kaç kişiye adresi sorduk ama anlaşılır bir cevap alamadık. Yoksa Çin'de Google Maps de mi düzgün çalışmıyordu? Malum Çin'de Facebook yerine RenRen, Twitter yerine Weibo ve Google yerine de Baidu kullanılıyor. Belki de özel bir harita programları da vardır diye düşünmeye başlamışken halden anlayan bir Çinli üstelik de İngilizce olarak yardıma ihtiyacımız olup olmadığını sordu. Böylelikle Çin'in yardımsever yüzüyle de tanışmış olduk. Hostelimiz haritaya göre oldukça farklı bir yerdeymiş. Uzunca bir yürüyüşten sonra ancak ulaşabildik. Bu seferki oda arkadaşlarımız bir İrlandalı ve Quebecli bir Kanadalı. Özellikle Kanadalı dostumuzla sık sık sohbet ettik. Kendisi bir dönem dünyanın farklı bölgelerinde yaşadıktan sonra uzunca bir süre Kanada'nın dışına çıkmamış. Şimdiyse önce bir Çin turu ve sonrasında bir Tibet seyahati planlıyormuş. Çin'in Tibet politikasından ötürü Tibet seyahatini yapabileceğinden emin değildi. Çünkü Çin hükümeti yabancıların bölgeyi ziyaretini zorlaştırıyormuş. Bu arada hostellerle ilgili olarak da bir not düşelim. Şimdiye dek kaldığımız hostellerde hiç sıkıntı yaşamadık ve üstelik hostellerin merkezi konumları sayesinde şehir içi ulaşım da kolay oldu. Üstelik hemen her yaştan, kafa dengi, dünyanın bambaşka yerlerinden pek çok kişiyle tanışıp sohbet ettik. Kısacası hosteller hiç de pasaklı gençlerin pis odalarda günü birlik kaldığı yerler değil. Tersine her yaştan gezginin düşük bütçelerle konaklamasına fırsat veren ve farklı insanlarla tanışmasına imkan sağlayan sıcak ortamlar. Elbette ki öncesinde biraz araştırma yapmak kaydıyla.
     Böylece oda arkadaşlarımızın da tavsiyelerine uyarak Pekin programımızı belirledik. Listemizin bir numarasında elbette ki Çin Seddi var ama böyle kadim bir şehirde olunca listemiz tarihi yerlerle kendiliğinden doluyor zaten: Tiananmen, Yasak Şehir, Yazlık Saray ziyaret edeceğimiz yerler arasında. Ama elbette yaşayan Pekin'i de göreceğiz. Meşhur sokak pazarlarını ve hutong'ları dolaşacağız, yerel lezzetleri tadacağız.
Bu sevimli minik Çinliler ve ailelerinin bize çok ilginç gelen bir özelliği var. Çocuk kıyafetlerinin alt tarafı açık ve küçük çocuklar istedikleri zaman tuvaletlerini yapabiliyorlar :) Üstelik de tuvalet olarak bir ağaç altı ya da sokağın bir köşesi kullanılıyor. Siz de yoldan geçerken bu sahneyi izliyorsunuz :) Siz siz olun Çinli bir bebeği kucağınıza almadan önce bir kere daha düşünün
 
     Pekin'den Çin Seddi'ne yaklaşık 1,5 saatlik bir yolculukla ulaştık. Bu surların büyüklüğü ve uzunluğu bizce ancak yerinde görülürse anlaşılabilir. Seddin olduğu bölgeye teleferikle ulaşılabileceği gibi tırmanış da yapılabiliyor. Biz enerjimizi seddin kendisine saklamak istedik. Bu iyi bir tercih olmuş çünkü zaten seddin üzerinde kısa bir tur bile atmak gerçekten bir kondisyon istiyor.
     Bunun nedeni seddin düz olmaması. Sık sık eğimler ve merdivenlerle karşılaşıyorsunuz. Hal böyle olunca fazla uzağa gitmek hazırlıksız kimseler için pek kolay değil. Dönüş içinse yokuş aşağı bir yürüyüş yapılabileceği gibi kendi kendinize kumanda ettiğiniz bir çeşit kaykayla da zahmetsizce inmek mümkün.

     Pekin de dikkatimizi çeken şeylerden biri de Çinliler'in de Çini geziyor olduklarını görmek oldu. İstatistikler ne söylüyor bilmiyoruz ama biz Pekin'de dinamik bir iç turizm olduğunu gördük. Ama bu rahatsız edici bir kalabalığa neden olmuyor. Yollar ve meydanlar oldukça geniş. Hatta insan kendini 1.3 milyar nüfuslu bir ülkenin 22 milyonluk başkentinde gibi hissetmiyor. Zaman zaman kocaman meydanlarda tek başınıza yürürken buluyorsunuz kendinizi.
Mao'nun şapkası artık bir hediyelik obje. Tiananmen çevresinde askerlerin nöbet teslim törenlerine rastlamak mümkün

     Meydanların efendisi ise tartışmasız Tiananmen. Yeryüzünde burasından daha büyük bir meydan var mıdır, varsa da nasıldır artık onu bilmiyoruz ama bildiğimiz bir şey varsa o da Tiananmen'in çok büyük olduğu. Bu dev alanın etrafı da önemli binalarla çevrili. Mao'nun mozalesi, Çin Ulusal Müzesi bunlardan bazıları. Kısacası meydan şehrin kalbi konumunda. Bizim içinse Tiananmen hala ve hala tankların önüne tek başına dikiliveren akıbeti meçhul Çinliyi hatırlatıyor.
     Adını yabancıların ziyaretine yasak olmasından alan Yasak Şehir yüzlerce binadan oluşan dev bir saray. Bir tek burayı adam akıllı gezmek için bile sanırız en az 3 gün gerekecektir. Bununla beraber günü birlik ziyaretlerde bile Çin hakkında çok şey öğrenmek mümkün.
Çin mitolojisine göre uzun yaşamın simgelerinden olan kamplumbağa ve turna heykelleri Yasak Şehir'in girişinde bizi karşıladı

     Neredeyse tüm binaların üstleri imparatorluk rengi olan sarı renkli. Hemen her binada çeşit çeşit şekil ve semboller Çin mitolojisine birer gönderme yapıyor. Saray İmparatorluk bahçesiyle son buluyor. Çıkışta turistlere başka turlar satmak isteyen pek çok rehber var. Biz de bunlardan biriyle tam anlaşmak üzereydik ki; iki sivil giyimli görevli hiçbir şey demeden adamı kollarından tuttuğu gibi götürüverdi. Biz şaşkın şaşkın bakakalırken zavallı adam da derdini anlatmaya çalışıyordu. Artık kayıtdışı olduğundan mıdır yoksa başka bir sebepten midir bilmiyoruz ama umarız başına kötü bir şey gelmemiştir.
     Turumuzun tarih ayağının diğer duraklarıysa Yazlık Saray ve Lama Temple (Yonghe Temple) oldu. Yazlık Saray şehrin biraz dışında ve şehre hakim yüksek bir konumda. Bununla beraber metroyla ulaşmak pek de zor değil. Lama Temple ise Çin'in önemli bir Tibet Budizm'i tapınağı. İçeride ise beklenmedik bir anda ortaya çıkan dev bir sürpriz ziyaretçilerini bekliyor.
Yaklaşık 20 metrelik yüksekliğiyle birdenbire karşınıza çıkan sandal ağacından yapılma dev Budha heykeli çok şaşırtıcı. Hanedanlar,imparatorlar,savaşlar,devrimler,karşı devrimler, kahramanlık öyküleri, ihanet öyküleri, mitoloji hepsi bu dev medeniyetin başkentinde gündelik hayatla iç içe.
 
     Dev meydanların, kutsal tapınakların ve resmiyetin yanında bir de sıradan, günlük Pekin var. Şehirde hava kirli. Sarı artık sadece imparatorluk rengi değil gökyüzünün de rengi olmuş. Hızlı büyüme ve sanayileşmenin bedeli kirli havayla ödeniyor sanki. Bu aklımıza tabii ki bunun ne kadar sürdürülebilir olduğunu sorusunu getiriyor.
Hutong, Pekin'deki dar sokaklardan oluşan bölgelere verilen bir isim. Bu sokaklarda Pekin'in bir başka yüzünü görmek mümkün. Geleneksel küçücük lokantalarda Çin mantıları satılıyor.

     Sıkı güvenlik önlemlerini pek çok noktada hissediyorsunuz. Metro istasyonlarında bile X-Ray'ler kurulu. Her istasyonun girişinde en az 3 asker bu işle görevlendirilmiş. Kendilerine bol gelen üniformalarının içerisinde bu görüntüyü yadırgıyoruz. Çin'in verimlilik anlamında kat edeceği çok yol var sanki.
     Pekin'de dolu dolu geçen beş gün içinde meşhur Pekin ördeğinin de tadına baktık ve hemen herşeyin şişe geçirilip satıldığı Wangfujing sokak pazarlarını da gezdik.
                                        Pekin ördeği özel restoranlarda ve kendine has bir törenle servis ediliyor.

     Sokak pazarlarında ise biz kedi-köpek eti satıldığını görmedik ama oda arkadaşlarımız görmüşler. Kendimizi bu açıdan şanslı hissediyoruz.
Görünen o ki bir Çinli için herhangi bir şey yemek olabilir. Domuz burnundan kertenkeleye ya da akrepten deniz yıldızına kadar akla gelen ve gelmeyen her türlü şey şişlenip kızartılıyor. Bunlar arasında bize gore en acayip olanı Aerodramus fuciphagus (bir çeşit kırlangıç türü) olan kuşun yuvasının da yenilip çorba yapılması. Kuş yuvasını tükürükleriyle yapıyormuş. Bir çeşit bal gibi düşündük biz. Çok besleyiciymiş ve fiyatı da pahalı.

     Pekin'deki son günümüzde bir akrobasi gösterisine de gitme şansımız oldu. Neredeyse ikiye katlanıp ayaklarını kafalarının üzerinden aşıran küçük Çinli kızları canlı görsek de hala bunu nasıl yaptıklarına akıl erdiremiyoruz.
Akrobasi gösterisi kadar ilginç bir başka gösteri de motor şovdu. Küçük bir kafesin içinde beş motorsikletli birbirlerine çarpmadan çok başarılı bir gösteri sundular


Unutmadan;
  • Pekin'de hava kirliliği gerçekten hissediliyor. Alerjisi ya da nefesle ilgili sıkıntısı olanların önlemleri ihmal etmemelerini öneririz
  • Asya'da daha önce ziyaret ettiğimiz ülkelere benzer şekilde Çin'deki yemek kültürü de çok farklı. Başka yerde bulamayacağınız her türlü acayip şeyi bulup deneyebilirsiniz. Ama bunun yanında normal restoranlar ve klasik Amerikan fastfood zincirlerine de rastlanıyor.
  • Güvenlik en önemli konu olarak görüldüğünden bitmeyen güvenlik kontrolleri üst aramaları, evrak kontrollerine karşı sabırlı olmak gerek