Translate

8 Şubat 2014 Cumartesi

Brezilya'da İnecek Var

     Yolculuğumuz aktarmalı olduğu için uzun sürmesine rağmen Güney Amerika'ya ayak bastığımız için heyecanlıydık. Zaten bu uzun yolculuklarda havayollarının sunduğu hizmetler yolculara havada olduklarını hissettirmiyor. Eskiden aylarca süren deniz yolculuklarıyla kat edilen mesafelerin şimdi saatlere indiğini de düşünürsek yol gözünüzde büyümüyor. İlginç olan uçak sanki Güney Amerika'ya değil de Japonya'ya gidiyor gibiydi çünkü yolcuların çoğu çekik gözlü uzakdoğu kökenlilerdi. Yola çıkmadan önce Sao Paulo'da hatırı sayılır bir göçmen nüfus özellikle de Japon kökenli göçmenler olduğunu okumuştuk ama bu kadarını beklemiyorduk doğrusu. Portekizce konuşan ama Japonca bilmeyen Japon görmek garip :) 
     Güney Amerika denilince akla elbette güneş, plajlar, güzel kızlar ve futbol geliyor. Elbette her şehirde tüm bunları bir arada bulmak mümkün değil.
Bizi de ilk durağımız Sao Paulo'da öncelikle güneş ve çok sıcak bir hava karşıladı ve kaldığımız süre boyunca bu sıcak hava devam etti. Hatta o derecede ki biz Çukurovalılar bile Japon turistler gibi güneşe karşı şemsiye kullanmak zorunda kaldık. Afrika'da iki kere sırılsıklam olduktan sonra yağmura karşı aldığımız şemsiyelerimiz böylelikle valizimizin vazgeçilmezi oldular.
   
     Sao Paulo ve İstanbul çarpıklık açısından birbirine oldukça benzeyen iki şehir. Hatta havalimanından şehre gelirken kendimizi Avrupa diye İstanbul'a getirilmiş Anadolu köylüleri gibi hissettik ve henüz İstanbul'u özlemediğimizi anladık. 

Derme çatma binalar arasına sıkışmış tarihi yapılar, araç trafiği, insan trafiği, inşaatlar, korsan cd'cileri, önünde kuyruk oluşmuş belediye otobüsleriyle Sao Paulo, Türkiye ve Brezilya'yı birbirine benzeten ekonomistleri haklı çıkarıyor
   

     Rio Karnavalı'na sayılı günler kalmış olmasından ötürü Sao Paulo'da da samba okulları son hazırlıklarını yapıyorlardı. Karnaval burada olmamasına rağmen Sao Paulo'da da bir karnaval havası vardı. Müziğin ve ritmin sesini takip ederek bu samba okullarından birinin sokak gösterisine denk gelmek mümkün. Samba gösterisi denilince medyada gördüklerimizden olsa gerek bizde cafcaflı kostümleri, tüylü maskeleri ve ışıltılı bikinileriyle durmadan dans eden güzel kızlar beklentisi oluştuğundan karşılaştığımız manzara ilk başta bizi biraz şaşırttı. Çünkü 7'den 70'e özellikle de 7 ve 70 ağırlıklı çocuk ve kadınlardan oluşan bu samba okulunda Rio Karnavalı standartlarında sayılı güzel vardı. Gösteri hayal ettiğimiz gibi olmasa da biz de sonunda ritme kendimizi kaptırıp bir o yana bir bu yana salınıp kendimizce figürler icat ettik :)

     Bünyemiz bu kadar hareketli dansa alışık olmadığından hem yorulduk hem de acıktık. Burada "yiyebildiğin kadar ye" tarzında bir çok et restoranı var. Bunların adı "churrascaria" olarak geçiyor. Üzerinde çeşit çeşit etlerin olduğu şişlerle belli aralıklarla masanıza gelip servis yapan garsonlar siz dur diyene kadar gelmeye devam ediyor. Durdurmanın tek yolu ise masanızdaki yeşil kartı kırmızıya çevirmek :) Bu arada etleri çok da lezzetli bulmadığımızı söylemeliyiz. 

 
İçi kıyma dolu kızarmış hamuru "Pastel Carne" ve bol köpüklü birası meşhur. Onun da                                                      tadına bakmayı ihmal etmedik

     Sao Paulo çok büyük bir şehir. Güney Amerika'nın hem nüfus bakımından en büyüğü hem de iş dünyasının merkezi. Hem bu özelliklerinden dolayı hem de göçmen kökenlerinden ötürü "kozmopolit" olması doğal olan Sao Paulo'da bizi en çok şaşırtan ise ne yemekler ne samba kültürü ne de sıcak hava oldu. Bizi en çok şaşırtan dünyanın turizm merkezlerinden biri olan Brezilya'da İngilizce seviyesinin düşüklüğü. Neredeyse İngilizce konuşulmuyor bile diyebiliriz. Bahsettiğimiz ileri bir İngilizce değil derdini anlatabilecek düzeyde İngilizce. Hatta "Yes-No, Right-Left" gibi temel bilgilerden bahsediyoruz. Bu yüzde iletişimsizlik öyle bir boyuta ulaştı ki sonunda biz giriş seviyesinde Portekizce konuşmaya başladık. Bunun biraz faydası olsa da Portekizce kurduğumuz cümlelere yine Portekizce uzun uzun karşılıklar aldığımızdan ve bunları anlamadığımızdan sonunda pes ettik ve onlar Portekizce konuştukça biz de Türkçe konuşup içinde bulunduğumuz saçmalığın keyfini çıkardık :)

Sao Paolo'nun en önemli caddelerinden yaklaşık 3 km uzunluğundaki Avenida Paulista şehrin en merkezi bölgesi



4 Şubat 2014 Salı

Invictus

     İstasyonda beyazlar dışında her renkten insan vardı. Yolumuzu Selwyn'e sorarak isabetli bir karar vermişiz. Onun yerine istasyon görevlisine sorsaydık filmin sonu farklı bitebilirdi çünkü istasyon güvenliğinden sorumlu olması gereken bu adam zil zurna sarhoştu. Görevliden ziyade istasyonun delisine benziyordu. Garip olan ise bekleyen tüm yolcuların bu durumu kanıksamış olmasıydı. Herkes bu adamla şakalaşıp muhabbet ediyordu. Elbette bu görevli çok geçmeden bize de sardı. Kendince bize kökenlerini anlattı, ülkede konuşulan dillerden söz etti. Aynı zamanda dili döndüğünce geçmişteki gerginliklerden ve şimdiki durumdan bahsetti. Konular güzel olsa da Johannesburg'ta tenha bir tren istasyonunda, sarhoş ve iki cümlede bir el sıkışıp sarılmaya çalışan bir istasyon görevlisiyle muhattap olmak tahmin edileceği gibi pek keyifli değildi :) Selwyn de bunu anlamış olacak ki araya girdi ve konuyu dağıttı. Bunun ardından biraz daha bekledikten sonra trenimiz geldi. Trene bindiğimiz anda bize doğrultulan bakışlarla birlikte Patrick'in "Trene ben olsam silahsız binmezdim" sözleri kulaklarımızda yankılandı. 
İlk kez trende karşılaşmış olmalarına rağmen insanların yol boyunca şakalaşarak bağıra çağıra sohbet etmeleri dikkatimizi çekti

     Bu durum yüzümüzde de ifade bulmuş olacak ki, yanımızda oturan Selwyn normalde bizden önce inecek olmasına rağmen gideceğimiz istasyona kadar bizimle gelmesinin daha doğru olacağını söyledi. Bu bizi biraz rahatlatmış olsa da dönüş yolunu ve geriye kalan günlerimizi düşünüp birbirimize "ben sana demiştim"li cümleler kurmaya hazırlanırken, Selwyn bu kez de aklımızı okumuşçasına "Bu aralar pek bir işim yok, aslında sizinle beraber zaman geçirebilirim, bu benim için de ilginç olabilir" dedi. Selwyn cümlesini bitirmeden bizim ağzımızdan "Yes" çıkmıştı bile. Bunun üzerine Johannesburg programımızı hemen gözden geçirdik, hangi gün nereye gideceğimizi planladık ve ilk olarak zamanında Afrika kıtasının en yüksek binalarından biri olan Top of Africa'dan başlamaya karar verdik.
Aynı zamanda Selwyn ile Güney Afrika'nın dünü ve bugününü de konuşmaya başladık. Günler sürecek sohbetimizde Selwyn tüm sorularımıza bıkmadan usanmadan samimiyetle cevaplar verdi. Böylelikle Güney Afrika'yı ve Mandela'yı bir "renkli"nin gözünden dinlemiş olduk.

Museum of Africa'ya geldiğimizde hem müzede gördüklerimiz hem de Selwyn'in anlattıklarıyla Apartheid rejimi hakkında pek çok şey öğrendik. Bu bilgilerden sonra her evin kapısında gördüğümüz "Armed Response" uyarıları daha anlamlı hale geldi. 
Elbette ki Apartheid rejimini bir çırpıda anlatmak mümkün değil. İnsanları kirli çamaşırlar gibi siyahlar, beyazlar ve renkliler olarak kategorilere ayıran bu akıl almaz rejim Güney Afrika'da yıllarca sürmüş ve 90'ların başında son bulmuş. Bu sürede tüm Apartheid karşıtı hareketleri ve ülkeye yapılan ambargoları bir şekilde bertaraf etmişler. Hatta ırkçı politikalar yüzünden uygulanan petrol ambargosuna karşılık Sasol isimli bir şirket kurup kömürden petrol üretmeye başarmışlar. Selwyn de eskiden bu şirkette çalışıyormuş. 
     Bugün rejim sonlanmış olmasına rağmen bu ayrımcı sistemin etkilerini toplumda rahatlıkla hissetmek mümkün : Beyazlar zengin,siyahlar fakir, mahalleler, restoranlar ayrılmış, evler çitlerle ve kimi binalar elektrikli tellerle çevrilmiş...Ama artık güç dengeleri değiştiği için bu kez kendini güvende hissetmeyen azınlık olan beyazlar. Bununla beraber siyah çoğunluğun içinde halen bu rejimin bir gün geri gelebileceğini düşünenler -ki bizce mümkün değil- halen var. Bu korkudan dolayı siyah halk icraatlarından memnun olmamasına rağmen rejimin yıkılmasından bu yana iktidarda bulunan ANC partisine oy vermeye devam ediyor. 
ANC aslında Nelson Mandela'nın lideri olduğu parti ve Apartheid'a karşı en büyük mücadeleyi vermiş. Ancak son yıllarda Mandela'nın siyasi hayattan uzaklaşmasıyla beraber partinin yolsuzluklara karıştığını iddia edenler var. Nelson Mandela'nın mirasının ardından bunları duymak üzüntü verici. Çünkü buraya gelmeden önce bir ölçüde tanıdığımız Mandela'ya olan saygımız yaşananlar hakkında birinci ağızlardan dinlediklerimizle daha da arttı. Ömrünün 28 yılını bu ayrımcılığa karşı çıktığı için hapislerde geçirmiş bir insanın bunca senenin ardından özgürlüğe kavuştuğu ilk anda intikam duygusu yerine toplumu birleştirmeyi kendine amaç edinmesi çok etkileyici. Mandela bunu kendisi şöyle ifade etmiş : "Beni özgürlüğüme götürecek olan geçitten adım attığımda eğer acılarımı ve nefretimi geride bırakmasaydım ruhumun hep hapiste kalacağını biliyordum". 
Apartheid'a karşı direnişin sembollerinden biri olan Soweto semtinde Nelson Mandela'nın hayatının bir dönemini geçirdiği ev bugün bir müzeye dönüştürülmüş. Soweto'nun duvarları Mandela'nın sözleriyle, grafitilerle dolu. Selwyn de tüm Güney Afrikalılar gibi Mandela'ya büyük bir sevgi duyuyor

Soweto ayaklanması sırasında 12 yaşında gösterilerde vurularak öldürülen Hector Pieterson adına vurulduğu noktada bir anıt yapılmış 


     Johannesburg'ta olduğumuz günlerde hem havanın yağmurlu olması hem güvenlik sorunu hem de ulaşım sorunu nedeniyle hava karardıktan sonra Johannesburg hakkında fazla bir fikrimiz olmadı. Bununla beraber şehir içi ulaşımda Selwyn'in sayesinde hep minibus-taksi'leri kullandık.
Bu araçlar dolmuş gibi çalışıyor ve gideceğiniz rotayı işaret ederek aracı durduruyorsunuz. Elbette ki sadece siyahlar ve renkliler kullanıyor. Bizim şanssızlığımız minibus-taksi grevine de yakalanmamız oldu. Hükümetin kendilerine karşı politikalarından rahatsız oldukları için şoförler bir kaç ayda bir grev yapıp, kendileri olmasa Johannesburg'ta bir yerden bir yere gitmenin ne kadar zor olacağını göstermeye çalışıyorlarmış. Biz de bu konuda yeterince ikna olduk çünkü minibus-taksi'ler olmasa yetersiz belediye otobüslerini kullanarak şehir içinde ulaşımı sağlamak gerçekten kolay değil. Buna rağmen elimizden geldiğince yağmur çamur demeden Selwyn'in de yanımızda olmasının verdiği güvenle gitmek istediğimiz yerlere ulaşmaya çalıştık.
     Bunlardan bir tanesi de Origins Centre'dı. İnsanlığın kökenlerini anlatan bu müze sadece Afrika tarihi haķkında değil insanlık tarihiyle de ilgili görsel, yazılı, video anlatımlı olarak her türlü bilgiyi veriyor. Güney Afrika'daki ilk avcı-toplayıcılar olan San İnsanları'ndan da bu müze sayesinde haberdar olduk.
İnsanlığın en eski genetik mirasçıları olduğu düşünülen San İnsanları'nın hayatında ilkel ok ve yaylarıyla avladıkları antilopların önemli bir yeri var. Bu avları ve  "beyaz adam"ın gelişi gibi önemli olayları mağaralara resim olarak çizmişler. Tanrılar Çıldırmış Olmalı filminden hatırladığımız yerliler de tipik San İnsanları
Johannesburg'a bir daha yolumuz düşer mi bilmiyoruz ama ilk günkü refakati sonrası evine döndüğünde "Sen deli misin, tanımadığın insanlarla nasıl gezersin?" diyen karısına rağmen gönüllü rehberimiz olan Selwyn ile yollarımızın tekrar kesişeceğine şüphemiz yok.      Böylelikle turumuzun Afrika ayağını tamamlıyoruz. Şimdiye kadarki en uzun yolculuğumuzu yapıp Etihad Havayolları ile Güney Amerika'ya gidiyoruz. Afrika bizi değiştirdi ama ne kadar değiştirdiğini anlamanın en iyi yolunu belki de Mandela söylemiş : "Kendinin ne kadar çok değişmiş olduğunu bulmak için hiç değişmeden aynı kalmış bir yere dönmek gibisi yoktur"

Soweto'da etrafı fotoğraflarken kadınlar kendilerinin de resmini çekmemizi istediler

  Unutmadan; 
  • Güney Afrika'da bize Cape Town'a da gitmemizi tavsiye eden pek çok kişi oldu. Bu nedenle yolumuz düşerse bir dahaki sefere Cape Town'u ziyaret etmek istiyoruz
  • Johannesburg'a gidilecek olursa araba kiralamak en iyi seçenek. Buna uygun bir bütçe planlamak iyi olur
  • Biz şanslıydık ama güvenlik Johannesburg'ta sorun olabilir. Bu yüzden şehri bilen birinin eşliğinde gezmek tercih edilebilir


Biraz Risk Biraz Şans

     Afrika'da doğanın içinde ve çadırda geçirdiğimiz günlerin ardından Afrika kıtasının en "gelişmiş" ülkesi Güney Afrika'nın, en önemli kentlerinden biri olan Johannesburg'a geçtik. Nelson Mandela'nın çok kısa bir süre önce ölmüş olması seyahatimize ayrı bir anlam katıyordu.
     Bu kez bizi karşılayanlar sarışın, mavi gözlü ve sert İngilizce aksanlı iki "beyaz"dı. Yani Afrika'da artık görmeye alıştığımız tablodan oldukça farklı. Farklı olan yalnızca kişiler değildi. Havalimanından kalacağımız hostele doğru giderken yol boyunca lüks araçlar, geniş yollar ve Avrupa'yı aratmayacak evler gördük.

     Johannesburg'ta semtler arasındaki mesafeler oldukça fazla. Konaklayacağımız hostelimiz de Boksburg bölgesinde bulunuyor. Yolda sohbet ederken öğreniyoruz ki, Boksburg büyük çoğunlukla beyazların yaşadığı bir semt ve şehir merkezinden hayli uzakta. Bunun üzerine biz de Boksburg'tan şehir merkezine nasıl gidebileceğimizi sorduk. Aldığımız yanıt ise biraz enteresan oldu: Merkeze giden bir tren varmış ama toplu taşıma beyazlar tarafından hiç tercih edilmiyormuş ve eğer kendileri bizim yerimizde olsalar bu trene silahsız binmezlermiş. Bizim yanımızdaki silah benzeri tek şey ise İsviçre çakısı. Üstelik bıçağı domatesi bile zor kesiyor. :) Bunun üzerine "hayırlısı" deyip konuyu değiştirmeye karar verdik. Bu aralar önemli bir rugby turnuvası varmış. Güney Afrika'da rugby, futbolun önünde gelen oldukça önemli bir spor. Maçı kaçırmamak için arabayı daha hızlı kullandıklarından kısa bir süre sonra hostelimize vardık. Onlar rugby maçını izlemeye giderken biz de villadan bozma hostelimizi turladık.
Bu esnada havuz kenarında keyif yapan bir grup Almanla tanıştık. Bu grup biz Johannesburg'ta kaldığımız süre boyunca havuz başı keyfi yapmaya devam etti. Yaz tatili içinse Johannesburg'u tercih etmeleri bize ilginç geldi :) Biraz dinlendikten sonra bir şeyler yemek üzere dışarı çıktık ancak hemen sonra öyle bir yağmura yakalandık ki Victoria Şelaleri'nden sonra bir de Johannesburg'ta sırılsıklam olduk. Böylece arabada bize söyledikleri "Johannesburg'ta bir günde dört mevsim yaşanır" sözü de doğrulanmış oldu. Bunun üzerine en kısa zamanda bir şemsiye almaya karar verdik.

Yemek yediğimiz "Cheers" adlı bar. Ortamından mönüsüne, barın müdavimlerinden müziğine Afrika'da değil sanki İngiltere'deyiz.
   
     Ertesi sabah şehir merkezine ulaşmanın en güvenli yolunun taksi çağırmak ya da araba kiralamak olduğunu öğrendik. Ancak her iki seçenek de bize pahalı geldiğinden sonuçta "bize bir şey olmaz :)" deyip en yakın tren istasyonuna doğru yola koyulduk. Günlerden pazar olması nedeniyle sokaklar boş, istasyon tenhaydı. Doğru trene biniyor olduğumuzdan emin olmak için istasyondaki diğer yolculara danıştık. Bu sorumuzun Johannesburg'taki tüm günlerimizi şekillendireceğini bilemezdik. Selwyn'le tanışmamız işte böyle oldu.

2 Şubat 2014 Pazar

Zambezi Kanatlarımın Altında

     Afrika'nın güneyine doğru ilerlemeye devam ediyoruz. Hedefimiz Mosi-Oa-Tunya yani "Gürleyen Duman". Ancak yolumuz uzun. Öncelikle Chipata'da, ardından da Zambiya'nın başkenti Lusaka'da konaklamamız gerekiyor. Zambiya neredeyse Türkiye kadar büyük bir ülke ancak nüfusu sadece 13 milyon. Dolayısıyla Zambiya nüfus yoğunluğu bakımından dünyada son sıralarda yer alıyor. Kısacası Zambiya'da koca koca kentler, milyonların alt alta üst üste yaşadığı şehirler yerine uçsuz bucaksız, el değmemiş ormanlar var. Lusaka'daki kamp alanımız da tam buna uygun. Öyle ki yol boyunca camın ardından gördüğümüz canlılarla bu kez oldukça samimiyiz :)
     Zebralarla iç içe uyumak ilginç olduğu kadar biraz da ürkütücü. Bu güçlü hayvanlar bazen aniden harekete geçebiliyorlar. Kolaylıkla fark edilen bu büyük hayvanların yanısıra şekilleri ve renkleri birbirinden değişik, çeşit çeşit böcekler, kelebekler, sürüngenler görmek de mümkün.
    
     İlk söylendiğinde bir kızılderili reisi ismini çağrıştıran "Gürleyen Duman" isminin, neden Victoria Şelaleri'nin gerçek ismi olduğunu bu doğa harikasını görünce anladık. Duman ile su birbirine tezat gibi görünse de aslında şelalenin ismi gördüğümüzü olduğu gibi anlatıyor : Gürül gürül akan suyun onlarca metre yükseklikten düşmesiyle ortaya çıkan gürültü ve su buharı. 
Bu isim şelaleye çok yakışmış olsa da aslında şelale sadece ses ve dumandan ibaret değil. Yağmur sonrası güneş açınca gördüğümüz ulaşılmaz gökkuşakları burada her köşede karşımıza çıkıyor. Hatta yürürken şelale ile güneşin işbirliğinden doğan irili ufaklı birçok gökkuşağının içinden geçiyoruz. Mosi-Oa-Tunya doğa parkı yalnızca bu görkemli şelaleden oluşmuyor. Şelale, Zambezi Nehri ve çevresindeki alandan oluşan ekosistemin bir parçası. Parkın içerisinde yapılmış olan yürüyüş parkurları ve basit geçitler sayesinde Victoria Falls Köprüsü'nü ve şelaleyi farklı açılardan ve mesafelerden görebiliyoruz. Tüm bunlar yapılırken parkın doğasına ters düşen hiçbir yapıya izin verilmemiş. Böylelikle gördüğümüz tek duman "gürleyen duman" oluyor, mangal dumanı değil. 
     Parkın girişinde çıkışa doğru yürüyen sırılsıklam ıslanmış insanları görünce ilk başta anlam veremeyip "Galiba yağmur yağmış" diye düşünüp her ihtimale karşı yağmurluklarımızı giyip içlere doğru ilerledik. Çevredeki şemsiye satıcılarının yanından yağmurluklarımızın da verdiği güvenle umursamadan geçtik. İnsanların neden ıslandığını ve emektar yağmurluklarımızın şelale karşısındaki acizliğini ve işlevsizliğini anlamamız ise fazla zaman almadı. Çünkü şelalenin çevresinde şiddetli bir "sprey yağmuru" var.
1,5 km'den daha geniş bir alandan dökülen Victoria Şelaleri, Zambiya ve Zimbabve sınırında. Şelalelere Zimbabve tarafından da geçilebiliyor.

     Yağmurdan farklı olarak damlalar tepeden değil her yandan yağıyor. Bu sprey yağmurunun kaynağı ise tahmin edileceği üzere şelalenin kendisi. Hatta bu enteresan ve sürekli yağan sprey yağmuru, sadece şelalenin çevresinde görülen bir takım bitkilerin ortaya çıkmasına neden olmuş. Sonuç olarak biz de tepeden tırnağa ıslandık ama ne sinirlendik ne de kendimizi şanssız hissettik. Aksine Victoria Şelaleleri'nin damlalarıyla yıkanmak hayatımızda yaşadığımız en keyifli anlardan biriydi.
     Livingstone'daki kamp alanımızda da aynı Lusaka'daki gibi hayvanlarla çok samimiyiz hatta gereğinden fazla yakınlaştık diyebiliriz. Maymunların ve babunların cirit attığı kamp yerinin pek çok noktasında "Maymunlara yiyecek vermeyin, onlar vahşi hayvanlardır" yazan uyarı tabelaları var. Özellikle sarı renkli poşetlerle dolaşmamamız konusunda uyarıldık.
Civardaki bir marketin sarı poşetler kullanmasından ötürü maymunlar sarı poşetlerin içinde yiyecek olduğunu düşünüp saldırabiliyormuş. Birşey yemek istersek açıkta değil çadırımızda gizli gizli yiyoruz. Elbetteki babunların fotoğrafını çekmek istedik. Bu sırada üzerimizde sarı bir şey olmamasına rağmen sanırız ki elimizde yiyecek olduğunu düşünen iki babun yolumuzu kesti. "Kışt, Git, Pist" gibi tepkilerle babunları yanımızdan uzaklaştırmaya çalışsak da bir işe yaramadı. Hatta bir iki babun daha bize doğru hareketlendi. Bunun üzerine elimizde ne var ne yok çantamıza doldurup koşar adım olay mahalinden uzaklaştık. Böylelikle küçük çaplı maymunlar cehennemi sahnemiz sonlanırken, biz de bir daha maymun fotoğrafı çekmemeye karar verdik.    

     Yeryüzünden yaptığımız ziyaretin ardından şelaleleri bir de gökyüzünden ziyaret edebileceğimizi duyunca bu fırsatı kaçırmak istemedik. Bunun iki yolu var. Helikopter turu ya da microlight. Fiyatları birbirine yakın. Biz daha heyecanlı ve daha az mekanik olan microlight'ı seçtik. Microlight bir pilot ve bir yolcunun binebildiği motorlu bir hava aracı. Kısa bir pistten uçak gibi iniş ve kalkış yapıyor. Gökyüzündeki manevralar ise kanatlar rüzgara göre hareket ettirilerek yapılıyor. Daha önce bu tarz adrenalini yüksek bir aktivite yapmadığımız için biraz gergindik.
Sıramızı beklerken gerginliğimizi bir Afrika enstrümanı olan balafon çalarak attık

     Kısa bir beklemenin ardından "microlight"lar geldi ve uçuşa başladık. Zambezi nehrinin üzerinde rüzgarın yönlendirmesiyle uçmak bize farklı duygular yaşattı.
Uçuş sırasında pilotlarımızla sohbet ettik. Alman pilot Heiko dünyayı 1,5 kere dolaşmış. Sonrasında aradığı şeyi dışarıda değil içeride araması gerektiğine inanmış. Şimdi kendisi microlight pilotluğu yaparken eşi de bir fotoğrafçı. Gelirlerinin bir bölümüyle yerli çocuklara yardım eden bir vakıf kurmuşlar.

     Bir yandan onlarca metre altımızdaki doğaya ve şelalelere büyülenmiş gözlerle bakarken bir yandan da özellikle keskin manevralarda yanımızdaki korkuluklara yapıştık. Bir nevi rüyalardaki uçma deneyimi gibiydi çünkü yerden ne çok yüksektesiniz ne de çok alçakta. Seyahetimiz boyunca bazı anlarda yaşadığımız özgürlük hissini belki de ilk kez bu denli yoğun yaşadık. Gökyüzünde geçirdiğimiz aslında bu kısacık anlar bize sanki saatler sürmüş gibi geldi. Bu yoğun duygular altında belli ki insan zaman mefhumunu yitiriyor.

     Bu bol "aksiyonlu", dolu dolu geçen günün kapanışını da enteresan bir yemekle yaptık.
Masalara servis edilen birbirinden değişik yemekler arasında "timsah yemeği" de vardı. Böylelikle timsah etini de tatmış olduk. Tadı tavuk etine benzese de aklınıza getirdiklerinden ve hissettirdiklerinden ötürü açlıktan ölmediğiniz sürece yenecek türden değil

     Ama öncesinde Zambezi bize son bir güzellik daha yaptı ve benzersiz bir gün batımı manzarası sundu.
Herhangi bir filtre kullanmadan çektiğimiz bu gün batımı fotoğraflarıyla dönüşte evimizin duvarlarını süslemeyi planlıyoruz

     Unutmadan;

  • Livingston'da yapılacak daha bir sürü aktivite var: Lion walk (Aslanlarla gezinti), Zambezi nehrinde Rafting, Bungee Jumping, Devil's pool (Uçurumun kenarında oluşmuş doğal havuzda yüzme deneyimi)
  • Ne yağmurluk ne şemsiye. Şelalelere giderken içinize mayo giyin, doya doya ıslanın
  • Fotoğraf makinası için mutlaka su geçirmez, koruyucu bir kılıf gerekli. Çekim esnasında ise ekranın yağmurdan etkilenmemesi için şemsiyeli şapka bulursanız süper olur.