Translate

8 Mart 2014 Cumartesi

Düş Zamanı

     Uzun ama gerçekten uzun bir yolculukla Santiago'dan Sydney'e vardık. Uçağımız Yeni Zellanda'da kısa bir mola verdi. Buna aktarma değil mola demek daha doğru çünkü sonrasında aynı uçakla yolumuza devam ettik. Haliyle batıdan doğuya yaptığımız bu uzun seyahatten sonra Sydney'e ulaştığımızda jet-lag olmamız kaçınılmazdı. Havalimanından hostelimize bize götüren sessiz ve hızlı trende durumu idare etsek de odamıza geçtiğimizde ertesi sabaha dek sürecek uzun bir uykuya dalacağımızdan haberimiz yoktu. Bu dengesizliğimiz bir kaç gün sürdü. Sabahları çok erken uyandık hatta gün ağırdığında demek daha doğru olacak. Ama bu halimizin faydalarını da görmedik değil. Sabahları değerlendirerek tüm günü aktif geçirmiş olduk.      Gittiğimiz şehirlerde eğer varsa şehir turlarına katılıyoruz. Üstelik bunların bazıları da ücretsiz oluyor. Ücretsiz derken bahşiş usulüyle çalışıyorlar. Turun sonrasında rehbere -bu bir üniversite öğrencisi, profesyonel bir turist rehberi veya bir gönüllü olabiliyor- gönlünüzden ne koparsa veriyorsunuz. Sydney'de de böyle bir tur olduğunu öğrenince hemen katılmaya karar verdik. Rehberimiz tipik bir Avustralyalı'ydı. Yani sarışın, renkli gözlü ve uzun boylu. Avustralyalılar İngiliz atalarından bu derece farklı ve güzel olmalarını sanıyoruz ki güneşe ve okyanus kıyısındaki sayısız kumsala borçlular.

      Şehir turumuz ilerledikçe rehberin işinin de pek kolay olmadığını anladık. Çünkü Avustralya modern tarihi pek eskilere gitmeyen bir ülke. Kaptan Cook'un Okyanusya'ya ulaşıp Avustralya'nın Büyük Britanya'ya ait olduğunu ilan etmesiyle, ilk Avrupalı yerleşimleri ancak 1800'lerde başlamış. Dolayısıyla rehberimizin tarihi eser olarak Kraliçe Elizabeth'in favori köpeği Islay'in konuşan heykelini göstermesini veya bizler gibi Ortadoğu coğrafyasından gelenler için yeni bile sayılabilecek 100-150 yıllık binaları gezmemizi tebessümle karşıladık.
Ama Avustralyalılar bu kısacık tarihlerine sımsıkı sarılmışlar. Ayrıca dünyanın bu uzak köşesinde olmalarına rağmen her iki dünya savaşına da dahil olma şanssızlığını yaşamışlar. Yani deyim yerindeyse çekeceğiniz varsa dünyanın ucuna da gitseniz çekiyorsunuz. Özellikle Anzaklar'a duyulan saygıya biz de saygı duyduk.
İkinci Dünya Savaşı sırasında ise yüksek binaları kamufle etmeye çalışırken yerinden sökülen ama savaştan sonra eski yerine konulması unutulan saat kulesinin hikayesini ise şaşkınlıkla dinledik. 200 yıl kadar önce İngiltere'nin azılı mahkumları için sürgün yeri olarak kurulmuş Sydney'in bu günkü halini görünce ise "insan gerçekten hayret ediyor". 
     Sydney'i gezerken kısa süre içerisinde gördüklerinizle refah toplumunun ne demek olduğunu anlıyorsunuz: Hobilerine zaman ayırabilen insanlar, rahat ulaşım, temiz sokaklar, parklar ve çevre bilinci gelişmiş bir toplum.
     Bu koşullarda yaşamak insaların yüzüne de vurmuş olacak ki Avustralyalılar bize güleryüzlü ve sıcakkanlı geldiler. Ama bu demek değil ki Sydney, insanların sokaklarda arp çalıp şarkı söylediği bir masal şehri.
Toplumun bir de ötekileri var. Başta Aborijinler. Avustralya'nın yerli halkı, İngilizler ülkeye geldiğinde halen avcı-toplayıcı durumundalarmış. Yıllar süren ayrımcılıktan sonra bugün artık vatandaş olarak kabul ediliyorlar ancak toplumsal yaşamın tamamen dışındalar hatta bizim gördüğümüz örneklerde farklı bir tür gibi kabul edilmiş olduklarını söyleyebiliriz. Göçmenlerin yeri de bu tabloda farklı. Avustralya ve Sydney'e dünyanın pek çok ülkesinden insanlar daha iyi bir hayat yaşamak umuduyla geliyorlar. Bunlar arasından kimileri aradıklarını bulurken kimileri ise düş kırıklığı yaşıyor. Bu göçmen nüfus Sydney'e kozmopolit bir hava vermiş. Süpermarketlerde ürünler ülkenin farklı kökenlerinden gelen nüfusuna hitap edecek şekilde çok çeşitli. Asya kökenlilerin etkisiyle deniz ürünlerinde bolluk yaşanıyor sanki. Sydney balık pazarında Tazmanya somonundan mavi yengeçlere kadar hemen her türlü deniz canlısını görmek mümkün.
     Okyanusun nimetleri sadece deniz canlılarıyla sınırlı değil. Sydney ve çevresinde çok sayıda plaj var. Bunların kimileri dalgalı ve sörf için uygunken kimileri ise sessiz sakin. Biz son zamanların popüler bölgesi Manly'e gitmeyi tercih ettik. Burası kumsalları, dükkanları ve restoranlarıyla yarım günlük veya günübirlik bir gezintiden beklenebilecek herşeyi veriyor. Bu mağazalar arasından bizim ilgimizi en çok çeken bir Aborijin sanat galerisi oldu. Kaynağını Aborijin mitolojisine göre Düşzamanı (Dreamtime) inanışından alan ve Aborijin kökenli sanatçılar tarafından yapılan birbirinden değişik objeler ve şimdiye dek hiçbir yerde görmediğimiz motifler ve renkler bizi gerçekten büyüledi. Hatta mağazada daha fazla zaman geçirip Sydney'e bir sonraki vapurla dönmeye karar verdik.

     Ertesi gün şehirde gördüklerimizle Sydneyliler'in sunum ve tasarıma son derece önem verdiklerini anladık. Bu özgün ve özenli tasarım ve sunumlar sayesinde defter kapaklarından yemek servislerine dek sıradan şeyler bile bambaşka bir kimlik kazanıyor. Bu bolluk dünyasında farklılaşmanın herhalde daha iyi bir yolu olamaz. Bu anlamda şerin zirvesi ise şüphesiz The Strand Arcade. 
Viktorya döneminden kalan bu binanın kendisini ve içindeki mağazaları gezmek bir sanat galerisi ve içindeki sanat eserlerini görmekten farksız. Özellikle vitrin tasarımları çıtayı öyle bir seviyeye çekmiş ki mağazacılıkla veya pazarlamada kariyer yapmayı düşünen bir kişi burayı gezerek çok şey kazanır dersek bile abartmış olmayız. 

Unutmadan; 
  •      Sydney limanını bir de denizden görmek için daha pahalı olan turistik vapur turları yerine normal feribotlar tercih edilebilir. Dönüş saati gün batımına denk getirilirse manzara daha da güzel oluyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder