Translate

4 Şubat 2014 Salı

Invictus

     İstasyonda beyazlar dışında her renkten insan vardı. Yolumuzu Selwyn'e sorarak isabetli bir karar vermişiz. Onun yerine istasyon görevlisine sorsaydık filmin sonu farklı bitebilirdi çünkü istasyon güvenliğinden sorumlu olması gereken bu adam zil zurna sarhoştu. Görevliden ziyade istasyonun delisine benziyordu. Garip olan ise bekleyen tüm yolcuların bu durumu kanıksamış olmasıydı. Herkes bu adamla şakalaşıp muhabbet ediyordu. Elbette bu görevli çok geçmeden bize de sardı. Kendince bize kökenlerini anlattı, ülkede konuşulan dillerden söz etti. Aynı zamanda dili döndüğünce geçmişteki gerginliklerden ve şimdiki durumdan bahsetti. Konular güzel olsa da Johannesburg'ta tenha bir tren istasyonunda, sarhoş ve iki cümlede bir el sıkışıp sarılmaya çalışan bir istasyon görevlisiyle muhattap olmak tahmin edileceği gibi pek keyifli değildi :) Selwyn de bunu anlamış olacak ki araya girdi ve konuyu dağıttı. Bunun ardından biraz daha bekledikten sonra trenimiz geldi. Trene bindiğimiz anda bize doğrultulan bakışlarla birlikte Patrick'in "Trene ben olsam silahsız binmezdim" sözleri kulaklarımızda yankılandı. 
İlk kez trende karşılaşmış olmalarına rağmen insanların yol boyunca şakalaşarak bağıra çağıra sohbet etmeleri dikkatimizi çekti

     Bu durum yüzümüzde de ifade bulmuş olacak ki, yanımızda oturan Selwyn normalde bizden önce inecek olmasına rağmen gideceğimiz istasyona kadar bizimle gelmesinin daha doğru olacağını söyledi. Bu bizi biraz rahatlatmış olsa da dönüş yolunu ve geriye kalan günlerimizi düşünüp birbirimize "ben sana demiştim"li cümleler kurmaya hazırlanırken, Selwyn bu kez de aklımızı okumuşçasına "Bu aralar pek bir işim yok, aslında sizinle beraber zaman geçirebilirim, bu benim için de ilginç olabilir" dedi. Selwyn cümlesini bitirmeden bizim ağzımızdan "Yes" çıkmıştı bile. Bunun üzerine Johannesburg programımızı hemen gözden geçirdik, hangi gün nereye gideceğimizi planladık ve ilk olarak zamanında Afrika kıtasının en yüksek binalarından biri olan Top of Africa'dan başlamaya karar verdik.
Aynı zamanda Selwyn ile Güney Afrika'nın dünü ve bugününü de konuşmaya başladık. Günler sürecek sohbetimizde Selwyn tüm sorularımıza bıkmadan usanmadan samimiyetle cevaplar verdi. Böylelikle Güney Afrika'yı ve Mandela'yı bir "renkli"nin gözünden dinlemiş olduk.

Museum of Africa'ya geldiğimizde hem müzede gördüklerimiz hem de Selwyn'in anlattıklarıyla Apartheid rejimi hakkında pek çok şey öğrendik. Bu bilgilerden sonra her evin kapısında gördüğümüz "Armed Response" uyarıları daha anlamlı hale geldi. 
Elbette ki Apartheid rejimini bir çırpıda anlatmak mümkün değil. İnsanları kirli çamaşırlar gibi siyahlar, beyazlar ve renkliler olarak kategorilere ayıran bu akıl almaz rejim Güney Afrika'da yıllarca sürmüş ve 90'ların başında son bulmuş. Bu sürede tüm Apartheid karşıtı hareketleri ve ülkeye yapılan ambargoları bir şekilde bertaraf etmişler. Hatta ırkçı politikalar yüzünden uygulanan petrol ambargosuna karşılık Sasol isimli bir şirket kurup kömürden petrol üretmeye başarmışlar. Selwyn de eskiden bu şirkette çalışıyormuş. 
     Bugün rejim sonlanmış olmasına rağmen bu ayrımcı sistemin etkilerini toplumda rahatlıkla hissetmek mümkün : Beyazlar zengin,siyahlar fakir, mahalleler, restoranlar ayrılmış, evler çitlerle ve kimi binalar elektrikli tellerle çevrilmiş...Ama artık güç dengeleri değiştiği için bu kez kendini güvende hissetmeyen azınlık olan beyazlar. Bununla beraber siyah çoğunluğun içinde halen bu rejimin bir gün geri gelebileceğini düşünenler -ki bizce mümkün değil- halen var. Bu korkudan dolayı siyah halk icraatlarından memnun olmamasına rağmen rejimin yıkılmasından bu yana iktidarda bulunan ANC partisine oy vermeye devam ediyor. 
ANC aslında Nelson Mandela'nın lideri olduğu parti ve Apartheid'a karşı en büyük mücadeleyi vermiş. Ancak son yıllarda Mandela'nın siyasi hayattan uzaklaşmasıyla beraber partinin yolsuzluklara karıştığını iddia edenler var. Nelson Mandela'nın mirasının ardından bunları duymak üzüntü verici. Çünkü buraya gelmeden önce bir ölçüde tanıdığımız Mandela'ya olan saygımız yaşananlar hakkında birinci ağızlardan dinlediklerimizle daha da arttı. Ömrünün 28 yılını bu ayrımcılığa karşı çıktığı için hapislerde geçirmiş bir insanın bunca senenin ardından özgürlüğe kavuştuğu ilk anda intikam duygusu yerine toplumu birleştirmeyi kendine amaç edinmesi çok etkileyici. Mandela bunu kendisi şöyle ifade etmiş : "Beni özgürlüğüme götürecek olan geçitten adım attığımda eğer acılarımı ve nefretimi geride bırakmasaydım ruhumun hep hapiste kalacağını biliyordum". 
Apartheid'a karşı direnişin sembollerinden biri olan Soweto semtinde Nelson Mandela'nın hayatının bir dönemini geçirdiği ev bugün bir müzeye dönüştürülmüş. Soweto'nun duvarları Mandela'nın sözleriyle, grafitilerle dolu. Selwyn de tüm Güney Afrikalılar gibi Mandela'ya büyük bir sevgi duyuyor

Soweto ayaklanması sırasında 12 yaşında gösterilerde vurularak öldürülen Hector Pieterson adına vurulduğu noktada bir anıt yapılmış 


     Johannesburg'ta olduğumuz günlerde hem havanın yağmurlu olması hem güvenlik sorunu hem de ulaşım sorunu nedeniyle hava karardıktan sonra Johannesburg hakkında fazla bir fikrimiz olmadı. Bununla beraber şehir içi ulaşımda Selwyn'in sayesinde hep minibus-taksi'leri kullandık.
Bu araçlar dolmuş gibi çalışıyor ve gideceğiniz rotayı işaret ederek aracı durduruyorsunuz. Elbette ki sadece siyahlar ve renkliler kullanıyor. Bizim şanssızlığımız minibus-taksi grevine de yakalanmamız oldu. Hükümetin kendilerine karşı politikalarından rahatsız oldukları için şoförler bir kaç ayda bir grev yapıp, kendileri olmasa Johannesburg'ta bir yerden bir yere gitmenin ne kadar zor olacağını göstermeye çalışıyorlarmış. Biz de bu konuda yeterince ikna olduk çünkü minibus-taksi'ler olmasa yetersiz belediye otobüslerini kullanarak şehir içinde ulaşımı sağlamak gerçekten kolay değil. Buna rağmen elimizden geldiğince yağmur çamur demeden Selwyn'in de yanımızda olmasının verdiği güvenle gitmek istediğimiz yerlere ulaşmaya çalıştık.
     Bunlardan bir tanesi de Origins Centre'dı. İnsanlığın kökenlerini anlatan bu müze sadece Afrika tarihi haķkında değil insanlık tarihiyle de ilgili görsel, yazılı, video anlatımlı olarak her türlü bilgiyi veriyor. Güney Afrika'daki ilk avcı-toplayıcılar olan San İnsanları'ndan da bu müze sayesinde haberdar olduk.
İnsanlığın en eski genetik mirasçıları olduğu düşünülen San İnsanları'nın hayatında ilkel ok ve yaylarıyla avladıkları antilopların önemli bir yeri var. Bu avları ve  "beyaz adam"ın gelişi gibi önemli olayları mağaralara resim olarak çizmişler. Tanrılar Çıldırmış Olmalı filminden hatırladığımız yerliler de tipik San İnsanları
Johannesburg'a bir daha yolumuz düşer mi bilmiyoruz ama ilk günkü refakati sonrası evine döndüğünde "Sen deli misin, tanımadığın insanlarla nasıl gezersin?" diyen karısına rağmen gönüllü rehberimiz olan Selwyn ile yollarımızın tekrar kesişeceğine şüphemiz yok.      Böylelikle turumuzun Afrika ayağını tamamlıyoruz. Şimdiye kadarki en uzun yolculuğumuzu yapıp Etihad Havayolları ile Güney Amerika'ya gidiyoruz. Afrika bizi değiştirdi ama ne kadar değiştirdiğini anlamanın en iyi yolunu belki de Mandela söylemiş : "Kendinin ne kadar çok değişmiş olduğunu bulmak için hiç değişmeden aynı kalmış bir yere dönmek gibisi yoktur"

Soweto'da etrafı fotoğraflarken kadınlar kendilerinin de resmini çekmemizi istediler

  Unutmadan; 
  • Güney Afrika'da bize Cape Town'a da gitmemizi tavsiye eden pek çok kişi oldu. Bu nedenle yolumuz düşerse bir dahaki sefere Cape Town'u ziyaret etmek istiyoruz
  • Johannesburg'a gidilecek olursa araba kiralamak en iyi seçenek. Buna uygun bir bütçe planlamak iyi olur
  • Biz şanslıydık ama güvenlik Johannesburg'ta sorun olabilir. Bu yüzden şehri bilen birinin eşliğinde gezmek tercih edilebilir


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder